Elindeki küçük, savunmasız ancak bir o kadar da tehlikeli olan yılana dikti gözlerini genç kız. Derisini kaplayan pulların yeşilimsi maviliği gözlerinde çözünüyor, siyahın en tehlikeli ve vahşi halini alıyordu sanki. Saydam sayılabilecek kadar ince dişleri, zehrine kadar kana bulanmıştı. Medusa'nın kafasındaki yılan topluluğundan ayrılan bu küçük şeytan, sanki can bulabilecekmiş gibi hala kıvranıyordu. Olmayan kuyruğunun kesildiği yer iğrendirici bir şekilde eline sürtünürken, kusmamak için kendini zor tutuyordu kız.
Gecenin çok geç saatleriydi, gündüzünse yeni başlayan vakitleri. Birkaç hafta önce günleri saymayı bırakmıştı, zaten sonunda tükeneceklerken, saymanın ne anlamı vardı ki? Son birkaç aydır, sürekli hareket halindeydi. Peşindeki "Avox" dediği doğaüstü canavarlardan kurtulmalıydı, ya da en azından, izini kaybettirmeliydi.
Em Teyze'nin Bahçe Cüceleri Mağazası'ndan, elindeki, hayata tutunmak için çırpınmaktan vazgeçmiş olan yılan eşliğinde çıktı. Adımlarını olabildiğince yavaş atıyordu, zaferini içine iyice sindirmek için. Athena'nın ne yapacağını merak etti. Ona, korunabileceği bir yer vaat etmişti, karşılığında ise, nefret ettiği düşmanı -ki, Aurora, Athena'nın kıskançlığı yüzünden başlayan bu savaşı Medusa'nın kazanmasını diliyordu- Medusa'nın başındaki yılan topluluğunun en küçük üyesini istemişti. Teklifi ilk başlarda genç kızı çok korkutsa da, aradan geçen haftalar içerisinde başka bir seçeneği olmadığını anlamıştı. Babasından yardım dilenebilirdi, ancak onun kim olduğuna dair en ufak bir fikri bile yoktu. Hem, eğer Aurora'yı Athena'dan daha fazla seven bir tanrı olsaydı, çoktan yardım göndermiş olurdu...
Bu düşünce, kalbine milyonlarca kırık cam parçası saplamıştı sanki. Derin bir nefesle, yanan kalbini soğutmaya çalıştı, nafile bir çabayla. Yaklaşık beş saat önce yediği ancak sindirmekte başarısız olduğu lazanya, şimdi beton gibi ağır gelmeye başlamıştı. Hafifçe yutkunarak, boğazına oturmuş olan sert düğümü çözmeye çabaladı, ne yazık ki, bu da nafile bir çabaydı.
Berbat bir hal almış kıyafetleri, karışmış ve yağlanmış saçları, kir içinde kalmış vücudu ve sararmaya yüz tutmuş dişleriyle tam bir dilenciye benzediğinin farkındaydı, ancak yine de, büyük bir utanç duygusunu göze alarak, kapısına kadar ulaştığı Empire State Binası'na adım attı.
Sahte altınla kaplanmış duvarları, yüksek tavanı, neredeyse her yere iliştirilmiş elektrikli şamdanları ve Aurora'da holistik bir etki bırakan renkleriyle oldukça ihtişamlı bir iç yapıya sahip olan Empire State'in, sadece basit bir metalden yapılma olan asansörü ilgilendiriyordu genç kızı. Küçük avucunu kapatarak, yılanı diğer normal insanlar için görünmez kıldı. Empire State'e ulaşmadan önceki yavaşlığına inat, neredeyse koşarak asansöre doğru yollandı. Çağırma düğmesine basmadan önce, kısa bir süre tereddüt ve şüphe dolu düşüncelerinin beynine akmasına izin verdi. "Ya Athena istediğini aldıktan sonra sözünü tutmazsa?", "Eğer Olympos'a çıktığı anda Athena'nın yandaşları ya da bizzat kendisi tarafından yok edilirse? Ya da daha kötüsü, hizmet etmeye zorlanırsa?" gibi düşüncelerle boğuşuyordu, narin parmakları düğmenin çok yakınında bekler vaziyette durmuşken.
"Ben sözlerimi tutarım. Eğer sen de tutacaksan, melez!"
Zihninde yankılanan, ipeksi kadın sesiyle olduğu yerde sıçradı. Neredeyse çığlık atmak üzereydi. Şüpheci düşüncelerinin yarattığı girdap etkisiyle bulanmış olan beynine biraz zaman tanıdı, sesin Athena'ya ait olduğunu anlaması için. Sonraysa, "Ah, ben... Tabii ki sözümü tutacağım, şüpheniz olmasın." dedi tanrıçanınki karşısında oldukça cılız kaçan sesiyle. Birkaç takım elbiseli iş adamının ona tedirgin bakışlar atarak, cep telefonlarına sarıldığı gözüne iliştiğinde, asansöre çoktan binmiş ve olmayan kata, Olympos'a doğru yol almaya başlamıştı bile...
Asansörden indiğinde, karşısına çıkan nefes kesici manzara sayesinde nutku tutuldu.
Mannathan'daki eskimiş kağıt rengindeki gökyüzü, arasında Kaf Dağı'nın ardındaki cihanı saklıyordu; Olympos. Genç kızın ağzı, kusursuz bir "O" şeklini alırken, tek düşünebildiği büyülenmiş olduğuydu. Zarif bulutların üzerine, annesinin rahmine tutunan bir ceninmişçesine, onlarca, hatta belki de yüzlerce köşk yerleştirilmişti. Ancak, dağın en tepesini işgal etmiş olan saray, bütün köşklerin ihtişamını çalıyordu. Beyaz sütunlarla çevrelenmiş avlusu, kaynağı belli olmayan bir ışıkla parlayan, yaldızlar, belki de gerçek yıldızlar serpiştirilmiş terasları vardı. Sarayı çevreleyen, sanki kutsalmışçasına masum görünen bahçe ise, sarayın beyazlığı arasında kolayca seçilebiliyor, bir o kadar da kolay kaybolabiliyordu. Bu büyük sarayın, Athena'yla bir bağlantısı olmasını umarak, tek bir toz veya kir zerresi bile bulunmayan patikayı arşınlamaya başladı. Ancak patikanın sonunun, renkli kısımların sona erip, tuhaflıkların başlayacağı yer olmadığından emin olamıyordu. Ne de olsa, bunca tanrının arasında sadece bir melezdi o. Korkutucu bir ormanın ortasındaki narin, camdan bir oyuncak misali...
Taht odası olduğunu düşündüğü mıntıkaya adım atmaya hazırlanırken, kendini dünyayı kurtarmış da, düşmanı hala yok edememiş biri olarak hissediyordu. Olympos'a gelmeyi hak etmesi için, yapılması çok güç olan bir iş yapmayı başarmış olması gerekiyordu. Oysa ki o sadece, -kesmek için hayatını kaybetmeyi göze aldığı- ufak bir yılanla baş başaydı. Dünyayı kurtarma düşüncesinin, yüreğini teselli etmesi için bilinçaltının gönderdiğine emindi.
Kendi boyunun on, on iki katı olan çifte kapıyı iterek açtığında, karşısında daha görkemli bir şey bulmayı bekliyordu. Buraya varana kadar, Olympos'ta pek çok ihtişamlı yapı görünce, bu sade oda zevkini bozuyordu. Tavan açıkça uzayı gösteriyor gibiydi, ama bu, genç kızın fırtına grisi gözlerinin bayram etmesine yetmiyordu.
Ortadaki tahtın solunu işgal eden ve en diğerlerinden daha yüksek olan tahtta oturan kadını fark ettiğinde, aradan yalnızca saniyelerin geçmiş olduğunu ve tanrıçayı çok bekletmemiş olmayı umuyordu.
"Olympos'a hoş geldin, melez."
Athena'nın sesi, aynı zihninde duyduğu ipeksi ses gibiydi. Daha az yakılı olması, sesinin gösterişini biraz kısıtlasa da, kulağa daha melankolik gelmesini sağlıyordu.
"Aurora. İsmim Aurora tanrıçam." diyerek bakışlarını yere sabitledi. Bir tanrıçaya kafa tutmuyordu, sadece ismini söylüyordu, ancak bunun bir saygısızlık işareti olmasından deli gibi korkuyordu.
"Bunu biliyorum, unuttun mu, ben bilgelik tanrıçasıyım." dedi Athena güzel yüzüne muhteşem bir şekilde uyum sağlayan, sıcacık gülümsemesiyle yüzünü aydınlatırken.
"Affedersiniz." Bir tanrıçadan af dilemenin, onun da hoşuna gideceğini umuyordu Aurora.
"Sana verdiğim görevi tamamladığını umuyorum." Tanrıçanın aynı Aurora'nınkine benzeyen, fırtına grisi gözleri, kızın elinde tuttuğu minik yılana sabitlenmişti. Genç kız, fazla ukala görünmediğini umduğu bir şekilde başıyla onaylandı.
"Güzel. Korunacağın yer, Melez Kampı. Sana yerini tarif etmeyeceğim, benim sayemde birazdan orada olacaksın. O yılanı da bırakmanı tavsiye ederim, hiç hoş bir görüntü oluşturmuyor."
Tanrıçanın sözleri, kızı sersemletti. "Nasıl yani, yılanı istemiyor musunuz?"
"Tabii ki hayır. Medusa'nın kalın kafasında bulunmuş olan her şey beni iğrendirir. O yılanı almanı, senin kendini bana kanıtlamanı sağlamak için istedim, Melez Kampı için hazır olup olmadığını anlamak için. "
Aurora, Athena'nın neden bilgelik tanrıçası olduğunu kavradı. Altın bukleli tanrıçanın planı, genç kızın saçmasapan hayallerinin çok ötesinde yatan mantığın şaheseriydi. Dudaklarına yavaşça bir gülümseme yayılırken, yılanın elinde önce kavrulduğunu, sonra küllere dönüşerek yere döküldüğünü hissetti. Athena'nın gücünü iliklerinde hissederken, "Babamın kim olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu yüksek bir sesle. Bedeninden etrafa ışık huzmeleri saçılmaya başlamıştı bile. Işınlanmadan önce çok az zamanı vardı. "Lütfen, söyleyin!" Tanrıçanın haykırışlarını duyabildiğine emin değildi. Ancak o, Athena'nın ipeksi sesini duymuştu.
"Senin baban Zeus melez, gökyüzü ve Olympos tanrısı! Onun şerefini koru!"